Makbule Gültekin
Makbule Gültekin

Konuşmayanı Tahtaya Yazarım

Öğrencilik yıllarımızda “konuşanı tahtaya yazarım” demek yerine “konuşmayanı tahtaya yazarım” demiş olsalardı diye geçiriyorum içimden. Elbette birilerinin tahtaya yazılarak teşhir edilmesi yaklaşımına tamamen karşıyım. Ama ille de birileri tahtaya yazılacaksa, bunların konuşmayanlar olmasını tercih ederdim.
Ders araları, diğer bir deyişle  tenefüsler  –öğretmen sınıfa gelinceye kadar olan süre de dahil-  öğrencilerin ders ortamı dışında sosyalleşeceği, fikir alışverişinde bulunacağı, çatışmaları yöneteceği, problem çözme becerilerini geliştireceği, empati becerisi kazanabileceği fırsat alanları iken; İlk okul - hatta okul öncesi- sıralarından  itibaren, “uslu öğrenciler olup, sessizce oturun!” gibi tamamen sessiz kalma bakış açısını  yücelten bir yaklaşım… Tersi olduğunda da, konuşanların tahtaya yazılarak teşhir edildiği bir cezalandırma yöntemi… Ders saati başlayınca da yine “sen sus ve dinle, ben anlatayım” bakış açısıyla –sadece- anlatılan konular… Sonra da, soru sorma heyecanını yitirmeye başlayan bireyler...
Bu yaklaşımın getirdiği sonuçları masaya yatırmadan önce bu kavramlara bir bakmaya  ne dersiniz?
 “Us” sözcüğünün anlamı kısaca “akıl” demektir.
Literatüre baktığımızda “Us” sözcüğünün ortak kabul gören biraz daha detaylı tanımı ise: Olaylar yada kavramlar arasında zorunlu bağlantılar kurma, bu bağlantıları algılama ve kavrama, anlama, düşünme yetisidir.
Bir bireyin bu yetileri yerine getirebilmesi için susmaya değil; konuşmaya, sorgulamaya ihtiyacı olduğu ortada.
Ne ironi değil mi?: “Us-lu ol!” emir cümlesi aslında “Akıllı ol!” anlamına gelmekte. Oysa bu yaklaşımda “Sessiz ol!” emir cümlesi yerine kullanılıyor.
Okul öncesi ve birinci sınıf sıralarında ise, biraz daha estetik yaklaşımmış gibi algı oluşturularak  “Hadi çiçek olun!” emir kipine dönüştürüldüğüne de tanık oluyoruz. “Çiçek ol!” emir kipinden ise, aslında “Çiçek gibi açıl!” canlan, hareketlen, enerjini dışa yansıt gibi dışa dönük eylem anlamını çıkarmamız gerekirken; “çiçek gibi açılmak” içe dönük bir eylem olarak karşımıza çıkıyor.
Nereden baksan, çelişkilerle dolu ikiyüzlülük ifadeleri…

ÇOCUK MERAKIYLA SORULAR SORUN, AMA KONUŞMAYIN(!)

Hep demiyor muyuz “çocuk merakı ile sorular sorun” diye?
Peki, hem çocuk merakıyla sorular sormak, hem de konuşmamak mümkün mü? Çocukluğumuzdan itibaren  soru sorma heyecanı elimizden alınmaya başladığında bu nasıl mümkün olacak?  Merak ettiklerimizi, söylemek istediklerimizi, duygularımızı içimizde saklayıp; sessiz kalmaya, susmaya yönelerek içimize atmak zorunda bırakılıyorsak…
Oysa, bir bireyin çocukluktan itibaren;  etkin iletişim, tartışma kültürü, problem çözme, çatışma yönetimi, etkin dinleme, empati, özgüven vb gibi önemli yetkinliklerini  geliştirebilmesi için; önce merak etmeye, merakını giderebilmek için  soru sormaya, sorduğu soruların cevaplarını anlayabilmek için geribildirimlere ve bunların hepsini yapabilmek için    konuşmaya ihtiyacı vardır. Bu gelişimlerin kazanılmasında, örgün eğitim çok önemli rol oynamaktadır. Sözde bunu teşvik ediyormuş gibi görünen ama, buna tahammülü olmayan bir örgün eğitimin görünen en sembolik ikiyüzlülüğüdür “konuşanı tahtaya yazma” yaklaşımı!..
Sonra ne oluyor dersiniz?
Merak etmek ve soru sormak gibi en önemli gelişim aracı elinden alınan çocuk; susmaya, sessiz kalmaya başlıyor ve içine kapanarak sorgulamaktan vaz geçiyor. Bu duruma maruz kalan çocuk birey, yetişkinliğe geçince olanlar oluyor… Birdenbire kendisini hayatla yüz yüze bulduğunda; olaylarla nasıl başedebileceğini, problemlerin üstesinden nasıl gelebileceğini bilemiyor. Yaşam karşısında bu tür mücadele kaslarını geliştiremeyen birey,  ya özgüven sıkıntısı yaşayarak olaylar içinde kayboluyor; ya da olaylarla başedebilmek için daha “ben” merkezli ve empati yetisinden yoksun bir hale gelebiliyor.
Örgün eğitim, sadece bilgiyi öğreten ve kişiyi meslek sahibi yapan diplomayı vermekten öteye gidemediğinde; yalnızca mesleğe yönelik eğitimini alan birey, kendi mesleği konusunda uzmanlaşabiliyor ama “hayatın bütünlüğünü” yakalamakta zorlanıyor. Yani, uzmanlık alanında çok başarılı olan bir birey; ilişki yönetimi, ekip yönetimi, empati, etkin dinleme, iş-yaşam dengesi, duygusal denge, strateji geliştirme vb bütünsel yaşam konularında yetersiz kalabiliyor. Öreğin; uzmanlık alanında çok başarılı bir hekim, iş arkadaşları ile ve çevresi ile  ilişkisini yönetemeyebiliyor. Uzmanlık alanında çok başarılı bir mühendis, ailesi ile iletişim kurmakta zorlanabiliyor. Uzmanlık alanında başarılı olan bir yönetici ekibi ile ilişkilerini yönetmekte zorlanabiliyor. Okulunu birincilikle bitiren bir öğrenci, iş yaşamında başarılı olamayabiliyor.

“YAŞAMSAL BÜTÜNLÜK” İÇİN YAŞAM BOYU ÖĞRENME KAÇINILMAZ

Çocukluğundan itibaren susturulan ve sorgulamaktan vazgeçirilen birey; yaşamın  gerçekleriyle yüzleşebilmesi,  farkındalık kazanarak bilinç düzeyini geliştirmesi için, genel bir ifadeyle “yaşamsal bütünlüğünü” oluşturabilmesi için diğer bireylere göre çok daha fazla ekstra çaba göstermek zorunda. Örgün eğitimde temellerini attığı uzmanlık alanıyla yetişkinliğe geçen birey, sadece uzmanlık alanı becerisi ile ortada kalakalıyor. Çünkü, “Aslında ben kimim, kim değilim?” “Çevremde neler oluyor?” “Çevremde olup bitenlerle nasıl başedebilirim?” “İş-yaşam bütünlüğümü nasıl koruyabilirim?” vb yaşamsal sorularının cevabını ancak yetişkin olduğunda aramaya başlıyor. Zaten, hızla değişen bir dünya varken ve geçiciliğin hızını yakalamak zorundayken; bir de bu yaşamsal sorulara cevap arayışı ve farkındalığını oluşturabilmesi için adeta hayata sıfırdan başlaması gerekiyor.
 Önceki on yıllarda,  entellektüel yaşama katkı sağlamak ve daha fazla farkındalık düzeyi geliştirmek için “yaşam boyu öğrenme”ye ihtiyaç duyuluyorken; günümüz dünyasında “yaşam boyu öğrenme” değişimin hızını yakalayabilmek ve mevcut yaşamamızı devam ettirebilmek için bir zorunluluk haline geldi. “Yaşam boyu öğrenme”ye şu ana kadar hiç olmadığından daha çok ihtiyaç duymaktayız. Yaşam boyu öğrenmede yetişkin eğitimleri “yaşamsal bütünlüğü sağlama” becerileri  geliştirmenin yanı sıra, uzmanlık alanındaki teknik ve bilimsel değişimin gerektirdiği becerileri de geliştirmesi açısından çok gerekli. Teknoloji gelişiyor ve uzmanlık alanı yetkinlikleri buralara kayıyor. Bu durumda, uzmanlık alanlarının gerektirdiği değişen, gelişen bilgiyi güncellemek gerekiyor. Sadece bilgiyi güncellemek yetmiyor; değişen araçlar ve yöntemlerle bilgiyi uyarlamak, yeniden düzenlemek ve uyum sağlayabilmek zorunluluğu doğuyor.
Uzmanlar öğrendiklerimizin %35’inin 3 yıl sonra bir işe yaramayacağını söylüyor. Bir de değişimin çok hızlı yaşandığı, geçiciliğin/eskimenin hızının arttığı günümüz dünyasında bilgiler çok daha çabuk eskimekte ve değişmekte. Bir okuldan mezun olunduğu andan itibaren –hatta henüz mezun olmadan bile- öğrenilen bilgiler eskimeye başlıyor. Bir önceki yılın geçerli olan bilgisi, bir sonraki yıl geçerliliğini yitiriyor.  Bilgi çağında yaşıyoruz ve artık bilgi her yerde. Önemli olan, artık bilgiyi edinme değil; doğru ve güncel bilgiyi edinebilme. Böyle bir çağda çocuk bireylere öğretilmesi gereken en önemli şey “değişime ayak uydurabilme becerisi” olmalıdır. Bireylerin değişime uyum kabiliyeti yakalayabilmeleri için, çocukluğundan itibaren örgün eğitimde bu kaslarını geliştirmeye başlamaları gerekiyor. Çünkü, çocukluğundan itibaren konuşabilme ve  hayatı sorgulama fırsatı yakalamış bireyler; kim olduğunun farkındalığını  daha rahat oluşturabildiği için, yaşamsal sorularının cevabını diğerine göre çok daha erken ve daha kolay bulabiliyor. “Yaşam boyu öğrenme” yolculuğunda günceli yakalama, geçiciliğin hızına yetişebilme, değişime uyum sağlayabilme -literatürdeki güncel tabiri ile- “çevik öğenme”nin bir parçası olabilme amacı ile yol alıyor. Böylece hayatı diğer bireylere göre  çok daha önde yakalayabiliyor. 
Yaşam boyu öğrenmenin üzerinde bu kadar bir sorumluluk varken, maliyet ve ayrılan kaynaklar da durum nasıl peki?
Sn. Koray Tamerk Hocamız’ın bir sunumundaki paylaşımına göre;  bir eğitimde ortalama 24 yılı kapsayan eğitim süresi ve aşamaları şu şekildedir:
Okul Öncesi / K-12 / Üniversite / Yaşam Boyu Öğrenme / İş-Bilim
Eğitim maliyeti olarak değerlendirdiğimizde, K-12’ye harcanan paradan daha çok diğerlerine para harcanmakta. Oysa ki, devlet bütçesinde ayrılan tutar bu oranın tam tersi. Yaşam Boyu öğrenmenin bu kadar önemli olduğu bir eğitim dünyasında, devlet bütçesinin de ona göre şekillenmesi  kaçınılmazdır.
Öte yandan, örgün eğitime ayrılan bütçenin rakamsal maliyetinin hakkını verebilmesi için niteliğinin de artırılabilmesi şart. Bu nedenle çocuk bireylerin  uslu çocuk olup, uslu oturmaya değil; gerçekten de soran, sorgulayan, araştıran “us-lu” bireyler olabilmesi için, enerjilerini açığa çıkarmaya fırsat verecek eğitim bakış açısına ve eğitim yöntemlerine ihtiyacı var.  
Yaşamsal bütünlük için, her bireyin öğrencilik yıllarında bu fırsatı edinebilmesi dileği ile…

Kaynakça

Fromm, E. (1988,2011) Özgürlükten Kaçış. (Çeviren: Şemsa Yeğin). Payel Yayınları. 6. Basım
Harari, Y.T. (2018) 21.Yüzyıl İçin 21 Ders.  (Çeviren: Selin Siral). Kollektif Yayınları. 1.Basım
Koray Tamerk Eğitim sunumu (Tegep-2020)
Toffler, A. (1974). Gelecek Korkusu–Şok. (Çeviren: Selami Sargut). Altın Kitaplar Yayınevi. 3. Basım

Makbule GÜLTEKİN İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde lisans eğitimini tamamladı. Bir süre çeşitli gazetelerde çalıştı. Taşımacılık alanında faaliyet gösteren bir şirkette Eğitim Müdür Yardımcısı olarak çalışmakta. Yurt geneli yetişkin sınıf eğitimleri vermekte ve eğitim tasarımı yapmakta. Eğitimdeki deneyimlerine akademik temelli sinerji katmak için, “Eğitim Yönetimi” alanında yüksek lisans yaptı. Yüksek lisans dönem proje konusunu ”Yetişkin Eğitiminde Oyunlaştırmanın Etkililiği” olarak seçti ve bunu kitaplaştırmaya karar verdi. Ayrıca, lojistik ve taşımacılık bilirkişisidir. Evli ve 1 çocuk annesidir.

Buradaki yazılar yazarların görüşleri olup TEGEP’in resmi görüşü değildir. Reklam içerikli yazılara yer verilmez. TEGEP Gizlilik Politikasına buradan ulaşabilirsiniz.